SON HALİFE VAHDETTİN’İN “BEYANNAME-İ HÜMAYUNU”
06 Şubat 2015

SON HALİFE VAHDETTİN’İN “BEYANNAME-İ HÜMAYUNU”

Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Rabbimizin gösterdiği metodla Medine’de İslâm Devleti’ni kurmuş ve vefatına kadar bu devletin başkanı olmuştu. O’nun vefatından sonra devlet başkanı olarak yerine Ebu Bekir RadiyAllahu Anh halef olarak seçildi ve Müslümanların ilk halifesi oldu. Ebu Bekir RadiyAllahu Anh, on dört asır boyunca hüküm süren Hilâfet Devleti’nin ilk halkasını oluştururken, Sultan Mehmet Vahdeddin Han ise son halkasını oluşturdu. Son Halife Vahdeddin Han aleyhine çok şeyler söylendi ve yazıldı. Kemalist ideolojinin tarafgir ve kindar olan tarih kitaplarında yıllarca, Sultan Vahdeddin’in bir hain olduğu ve ülkeden kaçarken hazineyi boşalttığı yalanı bir hakikat gibi okutuldu, körpe dimağlara dayatıldı. Şairin dediği gibi oldu ve “gelenin hatrı için geçmişe sövüldü!”

Sultan Vahdeddin, Saltanat ve Hilâfet’in ayrılmasının hemen akabinde 17 Kasım 1922’de ülkeden ayrıldı. Bunun üzerine vatan haini ilan edilmiş ve kendisi hakkında acımasız bir infaz kampanyası başlatılmıştı. İdam mahkûmlarına dahi tanınan son söz hakkı kendisine verilmemiş ve kendisini savunacak bir ortamı hiçbir zaman olmamıştı. Zira kurulan gizli tezgâh önce onu memleketten göndermeyi, sonra da Hilâfet’in ilgasına zemin hazırlamayı amaçlıyordu.

Saltanatın ilgası ve Sultan Vahdettin’in ülke dışına çıkarılmasından sonra meclis, Abdülmecid Efendi’yi hiçbir yetkisi ve otoritesi olmayan bir “Halife” olarak görevlendirdi. Bu nedenle son Halife kim sorusu daima tartışmalı oldu.

Hilâfet’in kaldırılışının 91. sene-i devriyesine yaklaştığımız şu günlerde, son Halife Sultan Vahdeddin aleyhinde söylenen sözlerin mesnetsiz olduğunu göstermek adına sürgün günlerinde kaleme aldığı, aslı 50 sayfadan oluşan Beyanname-i Hümayunu’nun bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. İlgililer için belirteyim ki bu beyannamenin esas müsveddesi Şeyh-ul İslâm Mustafa Sabri Efendinin hatıralarında mevcuttur. Orijinali ise oğlu İbrahim Sabri Bey’in İskenderiye’deki kütüphanesinde mahfuzdur.

“Bismillahirrahmanirrahim.

Alevlenişinin başlangıcında devletimizin iştirakine katiyen rıza göstermediğim ve bütün müddeti devamınca elimde bulunan bil cümle vasıtalarla tahribat ve zararını engellemeye çalıştığım 1. Dünya Harbi’nin feci akıbetleri tamamıyla kendini göstermeye başladığı bir zamanda, kardeşimin esef verici vefatı vuku bularak Osmanlı anayasası gereği ehli hal vel akd biati neticesi Hilâfet makamına gelmiştim. O günler göz önüne getirilirse, hükümdarlık makamını kabul ettiğim zaman beni karşılayan müşkülatın derecesi ve azameti takdir olunacaktır.

Bilahare cephelerimizin sırasıyla sükût kalması ve galip gelme ümidi olmayan harbin devam etmesi, ayrıca devleti korumak ve gereklerini tatbik etmek maksadıyla 1908’den beri idaremizin başına yerleşmiş bulunan İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden ifrat ediciler mevcuttu. Bunların nüfuzlu kısmının harpten istifade ederek memleket içerisinde kıymet verdiği yağma, vurgunculuk ve anlaşılmaz maksatlarla yer yer vuku bulan günlük yangınlar sebebiyle, başşehirden hudutların sonuna kadar memleketin her noktasında milletin varlığı bitmekte ve dehşet verici bir şekilde heder olup gitmekte idi.

Bu facialar karşısında yapılacak hedef ve gaye, tatbiki sulh ve barışın sağlanmasından başka bir şey olamazdı. Bu maksadın yerine getirilmesi için hiç bir gecikme caiz görülmemiş ve mümkün olan her çareye başvurulmuştur.

Fakat harbin devamından menfaat sağlayan, memleketimizdeki hukuk idaresine ve salahiyetine dalma tecavüzüne alışmış olan zamanın hükümeti ile bu hükümetin etrafında oluşan ihanet şebekesi, bizim çalışmamızın verimli olmasına mani olarak tek başına sulh müzakerelerine girişti. Bizim elde edeceğimiz menfaatlere, müsait şartlara ve muhterem milletin mazlum kanının sebepsiz yere heder olmaktan koruyacak bir imkân bırakmadı. Harp bedbaht olan “Mondros” mütarekesinin imzalanmasına kadar bütün dehşetiyle devam etti…

Asayiş meselesi vesile kılınarak lüzum görülen herhangi bir bölgenin işgali, hak ve yetkinin İtilaf Devletlerine verilmesi ve özel maddesiyle Adana, Musul, Antalya, İstanbul ve İzmir işgalleri, sonraki bütün felaketlerin kaynağı ve mastarı, Mondros mütarekesinin akd ve imzası nedeniyle vuku bulmuştur. Böyle olduğu halde İzmir’in işgali dolayısıyla beni suçlamaya cüret edenlerin nokta-i nazarına göre adı geçen işgallere sebep olan Mondros mütarekesine bil fiil katılan Rauf, Fethi ve askeriyenin böylesi durumu ile devleti böyle bir acim mecburiyete düşürmekle cidden mesuliyette bulunan Mustafa Kemal’in mesul ve suçlanır olması lüzum gelir.

Zira bu anlaşmanın imzasından ve gerek ondan sonraki bütün meselelerde anayasa gereğince mesuliyeti olmayan hükümdarlık makamı için, mesul hükümetin maruzatını tasdik lüzumu gibi itirazı mümkün olmayan bir sebeptir. Böyle olduğu halde, ne kendi yazısı ve imzası olduğu halde anlaşmanın tatbiki demek olan felaketlere öncülük yapma küstahlığını gösteren Rauf Bey için, ne de devletin belli başlı mevcut kuvvetlerinin büyük bir kısmını esir vererek zilletle Toros eteklerine iltica etmesi yüzünden anlaşma akdini kaçınılmaz hale getiren Mustafa Kemal için hiç bir mazeret kabul edilemez. İşte Osmanlı tahtına oturuşumdan sonra ilk siyasi adımı teşkil eden mütarekeye kadar cereyan eden hadiselerin karşısındaki durumum budur.

Mütarekeden sonraki yaptığım iş ise, geri alınması mümkün olmayacak bir adım atmaktan çekinme ile beraber, bir taraftan içte makul ve akla uygun bir şekilde iyileştirmek ve icraata sıcaklık vermek, bir taraftan da dışta siyasi teşebbüslere devam etmek suretiyle aleyhimizdeki umumi kinin bertaraf olacağı müsait zamanlara geçebilmek için vakit kazanmaktan ibaret idi. İzmir’in işgali hadisesinin karşısında kabul ve takip ettiğim iş ve gayem de bundan başka bir şey değildi. Çünkü Yunan askeri tarafından derhal icar olunacağı bildirilen bu işgal, üç büyük devletin kati ve ani kararına istinat etmekte olduğu gibi, bu vakıanın bize tebliği de doğrudan doğruya işaret ettiğim üç devlet tarafından vuku bulduğu sebeple mesele büyük devletler meselesi şeklinde tecelli etmiş idi…

Ondan evvel bu mesele büyük ve galip devletlerce birlikte kabul olunmuş ve bu kati kararın tebliği mahiyetinde bulunduğu cihetle hakkımızdaki genel kinin ortadan kalkmasını bekleyerek siyasi teşebbüsü kâfi gördüğü gibi, işgalin geçici durumu da yukarıda adı geçen işi de pekiştirir görünüyordu. Mesele Yunan meselesi halini aldıktan sonra savaşta mağlup olmamak şartıyla karşılık vermeye ben de taraftar idim. Nitekim bu düşünce ile Kuvva-i Milliye’ye taraftar görünen bir takım kabineleri de iktidar mevkiine getirdim.

Bunun en açık delili, Tevfik Paşa kabinesini iki seneyi aşkın iktidar da tutmamdır ki, makamım ve şahsım hakkındaki kötü niyetleri bariz olan Mustafa Kemalcilerin, Tevfik Paşa kabinesindeki İstanbul’da nüfuz sahibi olacaklarını bildiğim halde onlara müsaade ettim.

Ankara ile İstanbul arasındaki ikiliğin ortadan kaldırılması için fedakârlıktan geri durmamakla beraber, Hilâfet’in Saltanat’tan ayrılması ve başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya nakli hakkındaki karar ve düşüncelerine asla rıza göstermedim.

Rıza göstermeyişimin nedenlerinden birincisi; İslâm Uleması bilirler ki Şer-i şerife (Temiz Şeriata) katiyen uymayan ve yerinde bulunduğum Resulü zişan efendimiz hazretlerinin hukukundan vazgeçmek demek olduğundan, benim salahiyetim dışında ve bu konuda hüküm verme yetkisi şer’an caiz olmayan Hilâfet’in Saltanat’tan ayrılmasını asla kabul edemezdim.

İkincisi ise; İstanbul'un başkentlikten çıkarılıp Anadolu’ya nakli demek, İstanbul’un manen komünist Ruslara teslimi ile Hilâfet’i İstanbul gibi siyasi ve tarihÎ konumundan çıkarmak demektir ki, bu kabul edilemez ve imkânsız bir durum idi. Bu ifrat edici ve delice arzularına tâbi olmadığım için, beni vatan hainliği ile suçladılar. Her akıl ve izan sahibinin bilmesi lazım gelir ki, dünyanın en yüce görevi ve makamı olan Hilâfet makamını fiilen ve hukuken elinde bulunduran bir hükümdarı, vatan hainliği gibi çirkin bir suça sevk edecek hiç bir amel ve istek olamaz. Ben makamların en yücesi olan Hilâfet makamını korumak için tahtımdan ve vatanımdan ayrı kalmayı bile göze aldım…

Şu kadar ki, o devrelerde Mustafa Kemal tâbi olduğu devlete itaat dairesinden çıkmış ve Anadolu’da birçok aksakallı müftülere varıncaya kadar asıp kesmek gibi zalimliğiyle milli vazifeler hududuna tecavüz ederek, milletin başına tahammül olunmaz bir bela kesilmiş idi.

Tıpkı İzmir hadisesi gibi, Sevr anlaşmasına ait devletlerin teklifi Yunanistan’da siyasi durumun değişikliğinden ve devletlerin aleyhimizdeki şiddetli ittifaklara halel gelmeden öncelikli olarak ve hiç değişiklik yapmadan yirmi dört saat zarfında tamamen kabul veya reddiyle ilgili baskı ve tehditleri ihtiva ettiği sebeple gayet nazik ve tehlikeli bir şekilde vuku bulmuş idi. Bununla beraber ben, Sevr anlaşmasını katiyetle tasdik etmedim.

Meselenin katileşmesi, mebusan meclisinin kabulünden sonraki tasdikime bağlı olduğunu ve adil olarak telif olunmayacak surette gayri tabii olan böyle bir anlaşmanın devam ve tekerrür edemeyeceğini bildiğimden, hakkımızın anlaşılması için uygun zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak yolunda devam ile anlaşmanın hükümetçe kabulüne taraftar göründüm.

Mondros anlaşması, İzmir hadisesi, Sevr anlaşması gibi müstesna bir dikkatle bakıp telakki ettiğim vakıalardan sonra, gelen meselelerde sisteminin icabetine hareketlerimi uydurdum. Bu sebeple muhtelif ve farklı görüşlerin içtihatlarına uydum. Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen ve bilahare tâbi olduğu devleti tanımadığı için ibret olacak şekilde ders vermek amacıyla askeri kuvvete sevkine lüzum gösteren kabinelere uyarak, mesul hükümet ile hükümdarlık makamının karşılıklı münasebetlerine ait sistemin gereklerinden ayrılmamak arzusu ile bazı siyasi zaruriyetlere amil oldum. Bundan başka gerek kabine değişikliklerinde, gerekse diğer icraatlarımda şahsi hislerimden değil, daima kamuoyunun görüşleri veyahut karşı koyma imkânı olmayan diğer gelişmeler olmuştur.

Ceddim Osman Gazi’den, Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı Devleti namıyla Türk saltanatı var idi. Yavuz Sultan Selim’den sonra ise bu saltanat Hilâfet saltanatına dönüşmüştür. Şimdi bana haksız olarak vatan haini diyenler, Hilâfet’i hukuk ve nüfuzdan soyutlayarak bu Saltanat-ı Muhammedi’ye-i yıkmışlar ve yalnız kendi milletlerine değil bütün İslâm âlemine hainlik etmişlerdir. Ben devleti tehlikeden kurtarmak için 1. Dünya Savaşı’na katılmamızdaki deliliğin acısını tattıktan sonra, temkinli ve ihtiyatlı davranışlarımı bana karşı cephe alanlar korkaklıkla itham ettiler. Böyle davranışımın asıl nedeni vakit kazanmaktı. Hatta Hilâfet’in kurtuluşu için canımı bile feda etmeye hazır idim. Böylece Hilâfet Devleti kazanacak ve ben şahsen kaybedecektim, yani ölecektim. Hâlbuki bugün devleti ve milleti kurtarmakla övünen ve övülenler, hem devleti kaybettirdikleri gibi, hem de İslâm gücünü kaybettirdiler.

Eğer benim İslâm’ın gücü olan Hilâfet’in kaldırılışına dair bir hatam var ise; -bazı şahsiyetler hariç- bütün bakanlar, âlimler ve memleketin ileri gelenleri tarafından ses çıkarılmayacağını düşünmemem ve bazı ucuz menfaatler karşılığında gizli ve aşikâr bir şekilde hainlere yardım edileceğine ihtimal vermememdir. Devletin ölüm ve kalımıyla herkesten ziyade alakadar olması gereken münevver milletimin, bu derece duyarsız kalacağına dair ihtimal vermememdir. Hüsnü zannımdan ileri gelen bu hatamı itiraf ederim.

Son söz olarak şurasını beyan ederim ki, Hilâfet meselesi, yukarıda izah ettiğim gibi devletin üzerine oynanan oyunlardan bihaber olarak aldatılmış olan beş altı milyonluk Türk kavminin salahiyeti dâhilinde olmayıp, üç yüz milyonluk İslâm âleminin tamamını ilgilendiren yüce bir meseledir.

Bu İstanbul’dan ayrılışımdan sonraki ilk beyannamemdir. Hidayete tâbi olanlara selam olsun.

Mehmet Vahdeddin Bin Sultan Abdülmecid Han.”

Görünen odur ki Hilâfet’in ehemmiyetine dair ilk Halife’den son Halife’ye kadar on dört asır boyunca bir mana erozyonu yaşanmamıştır. Zira Hilâfet, birilerinin dediği gibi zamana ve mekâna göre değişebilen yani tercihe bağlı bir yönetim şekli değil, şer’î delillerle ispat edilen bir farziyettir ki bu farzların tacıdır. Ayrıca farklı milletlerden, farklı kültürlerden ve farklı tarihlerden gelmiş olmalarına rağmen, İslâm Ümmeti’ni oluşturan Müslümanların büyük çoğunluğunun üzerinde ittifak etmeleri ve onun muadili olacak başka bir yönetim şekli arayışına dahi girmemeleri de, Hilâfet’in dinin bir gereği olduğuna inandıklarını göstermektedir. Eğer ki Hilâfet tercihe bağlı bir yönetim şekli olsa idi, bu kadar uzun bir sürede muhakkak ki başka tercihlere tevessül edenler olacaktı. Son Halife Vahdeddin’in ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, ilk halifeden son halifeye kadar Hilâfet makamının önemi hususunda bir farklılık olmadığı ve İslâm’ın bir hükmü olarak kıyamete kadar olmayacağı da ortadadır.