Siyasi Konjonktüre ve Pozisyona Göre Yargıtay Kararları
22 Ocak 2019

Siyasi Konjonktüre ve Pozisyona Göre Yargıtay Kararları

Köklü Değişim Medya

Köklü Değişim Medya

Yargıtay Başsavcılığı’nın; “Altan kardeşler ve Ilıcak davasında” fiili “cebir ve şiddete” başvurmayı şart görerek müebbet hapis cezasını bozma talebinde bulundu. Böylece suçun niteliği değişeceği için cezası da değişecek. Bu haberde aynı Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin Hizb-ut Tahrir yargılamalarında ise fiili “cebir ve şiddet” olmamasına rağmen olmuş gibi verdiği cezaları değerlendik.

“Hukuk yargıya karşı... Ve hukuk daima kazanır, sadece bazen biraz beklemen gerekir :)))))) 2,5 sene içinde ilk defa aklın sesi geliyor bu davadan...”

Ahmet Altan’ın kızı Senem Altan, kamuoyunda “Altan kardeşler ve Ilıcak” davası olarak bilinen dava ile ilgili Yargıtay Başsavcısının tebliğnamesini açıklamasından sonra kararı, yukarıdaki bu cümlelerle değerlendirmişti.

Söz konusu kararında Başsavcılık, bu üç ismin, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldıkları TCK 309’uncu madde yani “Anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs”ten değil, 5’den 10 yıla kadar hapis cezası öngören “örgüte bilerek ve isteyerek” yardım suçundan yargılanması gerektiğini bildiriyordu.

Tebliğnamede, “anayasal düzeni değiştirmeye yönelik teşebbüsün ancak cebir ve şiddet kullanılarak, bireylerin iradeleri zorlanmak suretiyle işlenebileceğine” de dikkat çekilerek şu görüş dile getirildi:

“Basit bir tokat atma ya da tehdit yoluyla bu suçun işlenemeyeceği ortadadır. Dosya kapsamından sanıkların eyleminin maddi cebir kapsamında kalmadığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar sanıkların basın yolunu kullanarak atılı suça cebren iştirak ettikleri kabul edilmiş ise de suçun ne zaman işlenmeye başladığı, sanıkların hangi anda iştirak ettikleri ve ne şekilde cebir ve şiddete başvurdukları açıklanmayarak, genel bir kabulle karar kurulmuştur.”

Konu hakkında Serbestiyet yazarı Alper Görmüş; “Altanlar-Ilıcak davasında hukukun ilk ışığı...” başlığıyla bir makale yazarak söz konusu kararı, o da Senem Altan gibi değerlendirdiğini belirtip, ek olarak; “tebliğnamenin sadece bu dava için değil hukuk sistemimiz için de çok önemli bir gelişme olduğunu düşünüyorum” dedi.

Diğer taraftan “hukuk” içerisinde muğlak bırakılan alanlara dikkat çekerek bu durumun siyaset tarafından nasıl bir sopaya dönüştürüldüğünün altını çizdi:

Görmüş; “Türkiye’nin hukuk mantığının ve sisteminin mütemmim cüzlerinden biri de, sistemin içinde bilerek-isteyerek muğlak bırakılmış alanların varlığıdır. Kahir ekseriyeti “Devlete karşı işlenen suçlar” kategorisinde yer alan böyle alanların varlığı sayesindedir ki, yargıdaki iddia ve hüküm makamları, karşılarındaki sanığın siyasi pozisyonuna bakarak (ya da iktidarın ne istediğini gözeterek) suçlama ya da hüküm kurma imkânına kavuşabiliyorlar” dedi.

****
Daha sonra Karar Gazetesi’nden Yıldıray Oğur’un Yargıtay Başsavcılığı’nın tebliğnamesini değerlendiren “Cebir ve Şiddet”in 80 Yıllık Tarihi…” başlıklı bir makalesi yayımlandı.

Oğur; Başsavcılık’a göre “Anayasal düzeni değiştirmeye yönelik teşebbüs ancak cebir ve şiddet kullanılarak, bireylerin iradeleri zorlanmak suretiyle işlenebilir.”... “Burada kastedilen maddi cebirdir.”... “Şiddet somut olmalıdır.”...“Basit bir tokat atma ya da tehdit yoluyla bu suçun işlenemeyeceği ortadadır.”... “Dosya kapsamından sanıkların eyleminin maddi cebir kapsamında kalmadığı anlaşılmaktadır” gibi tespitlerine atıf yaparak:

TCK 309’uncu maddenin “Cebir ve şiddet” kullanmayı çok net ifade etmesine rağmen uygulamada içeriği çarpıtılmış bir kaç cümleden müebbet hapis cezası verilebildiğine dikkat çekiyor.
Devamında ise pek çok davada adaletsizliği ortadan kaldıracak Yargıtay Başsavcılığının bu itirazına uyulup uyulmayacağını göreceğiz diyor.

****
Evet. Kanunlar net de olsa, muğlak da olsa, eğer “yüce” Türk yargısı, bir şahıs ya da kurumu cezalandırmak istiyorsa, mutlaka ona uygun bir yorumlama getirebiliyor. Yargı da 2x2 hiçbir zaman eşittir 4 yapmıyor.

Bazen siyasi konjonktöre göre kararlarını veriyor.

Bazen “sanıkların” pozisyonuna göre kararlar veriyor.

Mesela Altan kardeşler ve Ilıcak davasında Yargıtay “cebir ve şiddet” suçunun oluşmadığını sorgularken, aynı Yargıtay Ceza Dairesi Hizb-ut Tahrir davalarında ise hiçbir cebir ve şiddet eylemi olmamasına rağmen cebir ve şiddete bulaşmaktan cezalar verebilmektedir.

Olmayan fiilden ceza verilir mi?

Evet, Türkiye’de veriliyor. Hatta verilen ceza kararlarında suç unsuru, somut, hiçbir gerekçe dahi ortaya koymaya lüzum bile görmüyor.

Bu nedenle Anayasa Mahkemesi Hizb-ut Tahrir’e üyelik suçlamasıyla 3 ayrı dosyadan ceza verilen Yılmaz Çelik hakkında verdiği “hak ihlali ve yeniden yargılama” kararında bu durumu şöyle ifade ediyor:

Daha özenli değerlendirme yapılmalı:

Her konunun tartışılabildiği ve iktidarın meşru yollarla değiştirilebildiği bir demokratik düzende zora ve şiddete başvurmak gayrimeşrudur. Ancak terör örgütü olmaya bağlanan ağır hukuksal sonuçlar gözetildiğinde kamu makamlarının bu konudaki değerlendirmelerini daha özenli yapmaları beklenir.

Yani diyor ki; “işinizi düzgün yapın!”

Kararlar silahlı örgüt demek için yeterli değil:

Anayasa Mahkemesi Hizb-ut Tahrir hakkında diyor ki; “söz ve eylemlerin hukuk sistemimizde bir suça tekabül edip etmediğinin takdir yetkisi derece mahkemelerine aittir. Ancak derece mahkemeleri bu konuda gerekçelerini ilgili ve yeterli şekilde ortaya koymalıdır. Bu bağlamda ilk derece mahkemelerinin ve Yargıtay’ın Hizb-ut Tahrir örgütünün bir terör örgütü olup olmadığına yönelik hiç değilse bir kere değerlendirmede bulunması, gerekçelerini başvurucunun temel iddiaları ile mahkemelerin resen tespit edecekleri ve yargılamanın doğasının gerektirdiği sorulara cevap verebilecek nitelikte hazırlaması gerekirken bunu yapmadıkları anlaşılmıştır…

AYM: Yeterli değerlendirme yapılmamıştır:

Eldeki başvuruya ilişkin mahkeme kararlarında da önceki mahkeme kararlarında da Hizb-ut Tahrir'in bir terör örgütü olarak kabul edilmesine ilişkin olarak ilgili ve yeterli bir değerlendirme yapılmamıştır.

Görüldüğü üzere derece mahkemeleri (Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay) terör tanımı net olmasına rağmen, cebir ve şiddet ön şart olarak kabul edilmesine rağmen, Hizb-ut Tahrir yargılamalarında ağır cezalar verebilmektedir. İşte bu duruma Anayasa Mahkemesi “hiç değilse bir tane” gerekçe ortaya koyarak değerlendirme yapmaları gerektiğini hatırlatarak “hak ihlali” yapıyorsun demektedir.

Şablon cümleler:

Anayasa Mahkemesi, Hizb-ut Tahrir yargılamalarında yine derece mahkemelerine diyor ki; geçmişin hatalarını devam ettiriyorsun. Bunu yapmamalısın!

AYM; “Özünde bazı şablon cümlelerin tekrarı görünümünde olan kararlarını hangi temele dayandırdıklarını yeterince açık olarak belirtmeyen derece mahkemelerinin başvurucunun ileri sürdüğü ve tartışılması için mahkemelerin önüne getirdiği hukuki görüşleri makul bir ölçüde değerlendirmediği anlaşılmaktadır.”

Gerekçeli karar hakkı:

Yine Anayasa Mahkemesi; “adil bir muhakeme bakımından asıl önemli hususlardan biri tarafların adaletin işleyişine olan güvenidir ki gerekçeli karar hakkı bu amacın gerçekleştirilmesinin en önemli unsurlarındandır. Sonuç olarak somut olayda başvurucu tarafından ileri sürülen ve yargılamanın sonucunu değiştirme ihtimali bulunan iddiaların dikkate alınmaması ve gereği gibi değerlendirilmemesi nedeniyle Anayasa'nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir” diyerek Hizb-ut Tahrir yargılamalarında adil bir yargılama yapılmadığı ve hak ihlali olduğuna karar vermiştir” dedi.

Sonuç olarak;

Her ne kadar Anayasa Mahkemesi başvurucu Yılmaz Çelik hakkında bir karar vermiş olsa da esasta Hizb-ut Tahrir hakkında genel bir karar vermiştir. Nitekim Hizb-ut Tahrir yargılamalarındaki suçlamaların tamamı aynıdır. Hiçbir sanık, somut bir suçla ya da maddi bir eylem ile yargılanmamaktadır. Hele hele “cebir ve şiddetin” ne “C”si, ne de “Ş”si bulunmaktadır. Ancak “Altan kardeşler ve Ilıcak davasında” olduğu gibi Yargıtay 16. Ceza Dairesi Hizb-ut Tahrir davalarının hangisinde, “cebir ve şiddet” kullanmış mı, kullanılmamış mı diye bakma gereği bile duymamıştır.

Araştırma gereği duymadığı gibi yeni bir içtihat da ortaya koymamıştır. Şuan da başka bir terör örgütüne (FETÖ) üyelik iddiasıyla tutuklu Yargıçların, yani seleflerinin, hukuksuz içtihatlarını devam ettirmişlerdir.
Altan kardeşler ve Ilıcak davasını “hukukun ilk ışığı” , “ilk defa aklın sesi” olarak görenler bence acele etmemelidir.

Anayasa Mahkemesi de Hizb-ut Tahrir yargılamaları hakkında ilk defa hukuki bir karar verdi. Baştan sona bu yargılamanın hukuksuz olduğunu ortaya koydu!
Peki, sonuç ne oldu dersiniz?

Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararından sonra; yerel mahkemeler “yeniden yargılama” yolunu diğer hiçbir sanığa açmadı! Aynı zamanda Anayasa Mahkemesi’nin bu kararından sonra;
Abdullah Kuşçu,
Ali Yıldırım,
Adem Yıldırım,
Ömer Salman,
Mesut Şahin,
Nurettin Göksugüzel ve
Nihat Kurtaran, tutuklanarak cezaevine gönderildi.

3 gün önce ise Ömer Çetin ve Mehmet Sayın tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Toplam da ise halen 37 kişi cezaevlerinde tutsak olarak tutulmaktadır.

Şimdi soruyoruz:

Cebir yok, şiddet yok, derece mahkemelerinin somut, maddi hiçbir suç isnadı da yok. Anayasa Mahkemesi de tam olarak bu durumu, hukuksuzluğu hedef alarak “adil yargılama” yok diyor. Ancak yerel mahkemeler yine de yeniden yargılama hakkı tanımıyor.

Karar Gazetesi’nden Akif Emre’nin Altan kardeşler ve Ilıcak davası dâhil bir dizi gelişmeyi “Hayırdır inşallah yargıda ne pişiyor?” başlığı ile yazdığı makalede bunun nedenini sorgulayarak:

“Yargı, temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik başlıklarında tıkanmıştı müzakereler. Bakan Gül’ün de altını çizdiği 23. ve 24. fasılları açmaya AB’yi ikna etmek için mi?”

“Yoksa kafaya dank etti de, kendi vatandaşlarımızın hak arama yollarına ve adalete erişimini sağlamak için mi?” diye sormuştu.

İlkiyse “göstermelik” olduğunu ki, bugüne kadar hiç şaşırtmadılar!

İkincisi ise “adalet güneşinin tecellisi” olduğunu belirtti.

Sanırım bu ülkede “adalet güneşi” Müslümanların lehine hiç doğmayacak!

Ya konjonktüre uygun bir durum ya da iktidarın pozisyonuna uygun bir hale gelince ancak hatırlanacaksınız!
Eğer gerçekten bu ülkede “adaletin” kırıntısı olsaydı, özellikle Hizb-ut Tahrir davalarında hiçbir reform ya da kanunun değişmesine bile gerek duymadan tutsak kardeşlerimiz derhal serbest bırakılırdı.

Oysa sadece var olan “hukuka” bile uymaları yeterliydi.

Allah var sorun yok!

O, ne güzel vekildir!