Yargı Zulmü ve Ben
01 Ocak 2021

Yargı Zulmü ve Ben

Değişim TV · Sesli Makale : “YARGI ZULMÜ VE BEN” - Yılmaz ÇELİK

Hizb-ut Tahrir’le tanışmam 1994’te oldu. Nasıl tanıştığımı anlatmadan önce bu tarihin biraz öncesine gitmek istiyorum.

Bir Müslüman olarak toplumda, bir takım gayriinsani ilişkilerin var olduğu, insanımızın fikrî anlamda ciddi bir çöküş yaşadığı ve Müslümanların gayri İslâmi bir hayat yaşadığı düşüncesi bende netleştikten sonra, toplumu düzeltmek ve bu geri kalmışlıktan kurtarmak için bir arayış içerisine girdim. Girdim, girmesine de bu koca toplum nasıl değişecek, nasıl ıslah olacak, eski izzetli ve şerefli günlerine nasıl dönecekti? Bu ve benzeri soruların cevapları bende net değildi ve bu durum bende bir rahatsızlık oluşturuyordu. Bundan dolayı tasavvufi hareketlerden İslâmi çalışma yapan bir takım cemaatlere varıncaya kadar bir süre bu yapılarla birlikte hareket ettim. Fakat her ne hikmetse kalbim mutmain değildi. Bu tür hareketlerde bir eksiklik olduğunu hissediyordum. Fakat bununla birlikte toplumun İslâm’la nasıl değişeceği ve kalkınacağı konusunda net bir çözüme de sahip değildim. Ta ki 1994 yılında bir vesileyle Hizb-ut Tahrir’le tanışıncaya kadar…

Bu tarihten sonra Hizb-ut Tahrir’le beraber çalışmaya başladım. Tanıştıktan kısa bir süre sonra da “İşte aradığım kitle tam da budur!” dedim. Artık toplumun nasıl değişeceği konusunda hem kalbimde bir mutmainlik oluştu hem de sahih ve net bir düşünceye sahip olduğumu idrak ettim. Bununla birlikte günler, haftalar, yıllar geçtikçe bu yolun çok çetin, taşlar ve çukurlarla, zorluk ve musibetlerle dolu olduğunu gördüm. Fakat tüm bu zorluklara rağmen beni, sahih/doğru ve köklü çözüm sahibi bir kitle ve fikirlerle tanıştırdığı için Rabbime gece-gündüz şükrediyorum: Elhamdulillahi Rabbil Âlemin…

İşte benim, Hizb-ut Tahrirle tanışmamın kısa özeti bu şekilde… Şimdi de yukarda bir cümle ile değindiğim fikrî anlamda netleşmemin ardından bana isabet eden “zorluklar ve imtihanlar” sürecinden bahsetmek istiyorum.

Takvim yaprakları 2003’ün Mayıs ayını gösteriyordu… Bu tarih, hayatımın esasi bir dönüm noktasını teşkil etmektedir. Zira hayatımda “ilk defa” cezaeviyle tanışmıştım. O yıl MİT ve Emniyet’in ortak operasyonları neticesinde Hizb-ut Tahrir’e karşı Türkiye genelinde geniş çaplı bir operasyon düzenlenmiş ve operasyonlar neticesinde, onlarca Hizb-ut Tahrirli genç gözaltına alınmıştı. Bunlardan bazıları o günkü ismiyle “Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM)” tarafından serbest bırakılırken, içerisinde benim de olduğum bazı kardeşlerim, mahkeme tarafından tutuklanarak cezaevine gönderilmiştik. Daha o zamana kadar karakol yüzü görmeyen ben, “terör örgütü kurmak ve yönetmek” iddiasıyla karşı karşıya kalmıştım. Bu davadan dolayı Ankara Sincan F Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda yaklaşık üç ay kaldıktan sonra, -Rabbimin yardımı ve izni ile- ben ve kardeşlerim ilk mahkemede tahliye olduk.

Daha sonra Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde yasalarda yapılan bir takım değişikliklerle ilgili yasada “terör”ün tanımı değişmiş ve cebir-şiddet terör suçları için esas kabul edilmişti. Hizb-ut Tahrir de çalışmalarında cebir-şiddet unsurlarına başvurmadığından dolayı aleyhimizde açılan dava, savcının talebi ve mahkeme heyetinin de muvafakatiyle beraatla sonuçlandı. Fakat farklı illerde benzer beraat kararlarına savcılar itiraz etmiş ve ilgili dosyalar Yargıtay eski 9. Ceza Dairesi tarafından bozulmuştu. Bu süreçten sonra açılan davalarda da yerel mahkemeler Yargıtay eski 9. Ceza Dairesi’nin içtihat kararına binaen tutuklanma kararı veriyorlar ve dolayısıyla bizim için yine cezaevi kapısı görünüyordu.

2004 yılını dışarıda geçirdikten sonra, 2005 yılında İstanbul Fatih Camii avlusunda okumuş olduğum bir basın açıklamasından dolayı yakalanarak tekrar cezaevine konuldum. Bu kez de Tekirdağ F Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda yaklaşık 9 ay kaldıktan sonra tahliye oldum.

Yine 2005 yılında Hizb-ut Tahrir tarafından “Resmî Sözcü” olarak görevlendirildikten sonra, İslâm ümmetinin evlatları ile kaynaşmak için -tarihini yanlış hatırlamıyorsam-, o sene içerisinde bir takım STK’lara, gazeteci ve kurum temsilcilerine Ramazan Bayramı tebrik kartı göndermiştim. Bu isimler arasında Ankara Ticaret Odası’nın o zamanki başkanı Sinan Aygün’de vardı. Fakat her ne hikmetse Sinan Aygün, “Râşidî Hilâfet Devleti çatısı altında daha izzetli ve güzel bir bayramda buluşmak” duasının yer aldığı bu mesajımızdan hoşlanmamış olacak ki tebrik kartımız hakkında Ankara Cumhuriyet Savcılığına bir suç duyurusunda bulunmuş, Savcılık da hakkımda yeni bir dava dosyası açarak yakalama kararı çıkartmış. Daha sonra yine Allah’ın takdiri bana ulaşınca bu davadan dolayı da Ankara-Sincan F Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda yaklaşık üç ay tutuklu kaldıktan sonra ilk mahkemede tahliye oldum.

Yine 2006 yılında da hakkımda bir dava dosyası daha açılarak belli bir süre tekrar cezaevinde kaldım.

2006 yılından sonra da çeşitli tarihler arasında birçok kez cezaevinde “konuk” oldum. Bu süreç 2020 yılına kadar bu şekilde devam etti…

“Devlet Güvenlik Mahkemeleri”nden, “Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM)”e en son ise “Ağır Ceza Mahkemesi (ACM)”nde yargılanarak toplamda on bir (11) defa cezaevine girdim. Söz konusu mahkemelerin isimleri değişse de değişmeyen bir şey vardı o da; yargıda, İslâmi parti Hizb-ut Tahrir’e yönelik “düşman ceza hukuku” uygulanıyor olmasıydı. Türkiye’de hükümetler değişiyor, darbeler oluyor, siyasi ortamlar değişiyor ama yargının “deli gömleği gibi” giydirdiği ideolojik haksız ve hukuksuz kararları değişmiyordu.

Kimilerine göre “asrısaadet”(!), kimilerine göre “özgürlük”(!) ortamının en fazla olduğu 2003 ila 2011 yılları arasında hakkımda 10’dan fazla dava dosyası açıldı.

•2003 Ankara 1. DGM

•2005 Ankara 11. ÖYM

•2005 İstanbul 10. ÖYM

•2007 Ankara 11. ÖYM

•2008 Adana 8. ÖYM

•2008 Adana 8. ÖYM

•2008 Ankara 11. ÖYM

•2010 Ankara 12. ÖYM

•2011 Ankara 18. ÖYM…

Peki, bu dosyalar neden açıldı? Ne suç işlemiştik? “Rabbim Allah!” demekten başka ne yapmıştık? İçinde yaşadığımız toplumu İslâm ile kalkındırmak için fikrî ve siyasi olarak çalışmamız mı rahatsız etmişti, kimi çevreleri?

Bugüne kadar Hizb-ut Tahrir yargılamalarında suç olarak somut hiçbir delil gösterilmeden çok ağır cezalar verilmiştir. Hâlbuki Hizb-ut Tahrir’in kendisini, “fikrî ve siyasi bir parti” olarak nitelendirmesine, bunu her platformda deklare etmesine ve bu söylemine aykırı olarak hiçbir zaman hareket etmemesine rağmen gerek Yargıtay ve gerekse de yerel mahkemeler bu durumu hiç dikkate almadan sadece ileriye dönük bir “niyet okuma” ile bu kitle hakkında “terör örgütü” suçlamasıyla cezalandırmalarda bulunmuşlardır. Oysa “terör örgütü”nün ne olduğu, nasıl olduğu kanunda net bir şekilde ifade edilmiştir. Bilimsel mütalaalarda, Emniyet ve İstihbarat raporlarında Hizb-ut Tahrir’in “cebir ve şiddet içeren” herhangi bir eylemi olmadığı belirtilmesine ve de Hizb-ut Tahrir’in çalışmasını yasaklayan hiçbir kanun maddesi olmamasına rağmen Yargı maalesef bu hukuksuzluğu bizlere reva görmektedir. Bugün “Türkiye’nin en güvenilmez kurumu” olmasına ben bu yüzden şaşırmıyorum!

Bana açılan dosyaların kimisinde “yöneticilik”, kimisinde ise “üyelik” iddiası ile yargılandım. Dosya o kadar çok ki… Birisi bitmeden ikinci bir dosya açılarak adeta yedekte bekletiliyordu. Böylece 2003 ila 2020 yılları arasında yargılandığım 10’dan fazla dosyadan toplamda beş (5) yıl cezaevinde kaldım.

2014 yılında Ankara 11. ACM’nin hakkımda vermiş olduğu iki ayrı dosyadan toplam on beş (15) senelik ceza, Yargıtay eski 9. Ceza Dairesi tarafından, İstanbul 21. ACM’nin hakkımda vermiş olduğu beş (5) senelik ceza ise, Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından onandı. Belki bazıları inanamayacak ama sadece bir “Ramazan Bayramı tebrikinden” dolayı yedi buçuk (7,5) yıl ceza aldım ve hüküm giydim. Aslında bildiğiniz üzere Yargıtay eski 9. Ceza Dairesi’nin üyeleri “FETÖ” iddiasıyla, HSYK tarafından meslekten ihraç edildiler. Hatta bu üyelerin bir kısmı cezaevinde ve diğerleri de firari durumdadırlar. Dolayısıyla hakkımda verilen yirmi (20) senelik cezanın onama kararının anında düşmesi gerekirken, maalesef aynı zulmü bu kez de Yargıtay 16.Ceza Dairesi devam ettirdi.

Yine aynı şekilde “‘FETÖ’ üyesi oldukları” iddiasıyla, yerel mahkeme üyelerinin de bir kısmı meslekten men edilmiş, bir kısmı cezaevine gönderilmiş, yine bir kısmı da firari duruma düşmüşlerdir. Yerel mahkemeler tarafından Hizb-ut Tahrir gençlerine verilen bu cezaların da anında düşmesi ve yeniden yargılama yolunun açılması gerekirken, verilen cezalar bu defa da Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından onanmış ve Hizb-ut Tahrir gençlerine dönük yargı zulmü devam etmiştir.

Yargıtay tarafından onanmış olan hükümlü olduğum toplamda iki dosya hakkında, 2014 yılında Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulundum. Bilindiği üzere bu mahkeme Türkiye’de en üst yargı merciidir. Yaklaşık dört buçuk seneden sonra Anayasa Mahkemesi lehime karar verdi. Karar yaklaşık yirmi sayfadan oluşmaktadır. Mahkeme, almış olduğu bu kararla şahsım adına “hak ihlali yapıldığını” tespit ederek, yeniden yargılama yolunu açtı. Daha sonra yeniden yargılanma yapılmak üzere Anayasa Mahkemesi bu kararı, Ankara 7. ACM’ye gönderdi. Yerel mahkeme de bu karar üzerine yaklaşık 1.5 senedir yatmış olduğum Denizli T Tipi Cezaevi’nden tahliyeme karar verdi.

Anayasa Mahkemesi (AYM) her ne kadar benim bireysel başvurumu değerlendirmiş olsa da dosyada esasa girerek Hizb-ut Tahrir’in bir “terör örgütü olmadığı” kanaatine ulaşmıştır.

AYM aldığı kararlarda;

•Hizb-ut Tahrir’in, Türkiye’de çalıştığı 1960’lı yıllardan günümüze kadar hiçbir şekilde herhangi bir şiddet eylemine/maddi bir eyleme başvurmadığının, sadece Türkiye değil çalışmış olduğu yaklaşık elli ülkede de aynı metodu benimsemiş olduğunun…

•Şu ana kadar yerel mahkemeler tarafından “terör örgütüne üye olmak” iddiası ile verilen cezaların hiçbir somut delile dayanmadığının…

•Yerel mahkemeler tarafından verilen ceza ve kararların (“…evet, şu ana kadar bu yapının herhangi bir silahlı eyleme, şiddet veya cebire başvurmadığı görülse de ileride böyle bir yola tevessül edeceği” ifadesinde olduğu gibi) sadece bir varsayım ve öngörüden ibaret olduğunun… altını çizmiştir.[1]

Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi almış olduğu bu kararla, Hizb-ut Tahrir’in “terör örgütü” olduğunu ispatlayacak gerekli ve yeterli delillerin ortaya konmadığı kanaatine varmış ve bir nebze de olsa bu zulme ve hukuksuzluğa son verme noktasında önemli bir adım atmıştır. Ancak yıllarca -sözde- “terör örgütüne mensup olma” iddiası ile haksız ve hukuksuz bir şekilde yargılandık. “Terörist” ilan edildik, ağır cezalar aldık. Hem biz, hem de sevdiklerimiz birçok zulme maruz kaldı. Somut ve gerçekçi olmayan uydurma birtakım delillerle itham edildik. Uzun süreler cezaevlerinde kaldık. Medyanın “itibar suikastı”na maruz kaldık.

Anayasa Mahkemesi’nin almış olduğu bu kararla şimdiye kadar bizlere dönük bu zulmün sona erdiğini görmek isterdik… Fakat öyle olmadı: hem yerel mahkemelerin hem de Yargıtay’ın bu karara itibar etmesini beklerken Anayasa Mahkemesi’nin hakkımdaki yeniden yargılanma kararı sonrasında beni tahliye eden ve yeniden yargılanmamın yapıldığı davaya bakan Ankara 7. ACM, yaklaşık iki yıldır devam eden davanın 30.11.2020 tarihinde yapılan karar duruşmasında AYM’nin hak ihlali kararını hiçe sayarak maalesef yeniden eski cezanın verilmesine hükmetti.

Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi yürüttüğü yeniden yargılama sürecinde nasıl bir gerekçeye ulaştı ki AYM’nin verdiği hak ihlali kararını hiçe sayarak eski hükmü tekrar verdi? Hizb-ut Tahrir, cebir ve şiddet yöntemine mi başvurdu? Hayır! Benim bir terör suçu işlediğime dair yeni bir tespit ve tahkik mi yapıldı ki bu ceza verildi? Hayır! Geriye bir tek olasılık kalıyor ki o da; Ankara 7. Ağır Ceza Mahkemesi yine hukuksuz bir şekilde Yargıtay eski 9. Ceza Dairesi’nin o malum içtihat kararını gerekçe göstererek bu kararı almış olmasıdır. Çünkü şu zamana kadar Mahkeme’den verdiği bu kararın gerekçesi (gerekçeli kararı) henüz çıkmış değil.

Hâlbuki Anayasa Mahkemesinin bu kararından sonra, Yargıtay tarafından cezaları onanmış olan Hizb-ut Tahrir mensuplarının dosyalarının hemen kapanması, şu anda cezaevinde bulunan Hizb-ut Tahrir mensuplarına da bu kararın emsal teşkil ettirilmesi suretiyle bu kardeşlerimizin hemen serbest bırakılmaları gerekirken; bırakın cezaevindekilerin çıkarılmasını, yeni kardeşlerimiz bu karara rağmen maalesef tutuklanıp cezaevine gönderildiler. Hatta şu an cezaevinde yatan kardeşlerimizden bazıları bu kararı emsal göstererek tahliye edilmeleri için yerel mahkemelere başvurmuş fakat mahkemelerden ret cevabı almışlardır. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına rağmen, yerel mahkemeler hâlen daha o eski hukuksuz kararlarında direnmektedirler. Yani şu an tam bir “hukuk garabeti” yaşanmaktadır; Türkiye’deki en üst yargı mercii olan Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına itibar edilmemektedir.

Gelinen bu süreçte Yargı artık Hizb-ut Tahrir hakkında net bir karar vermelidir! Bu hukuksuzluklar böyle devam edemez, etmemeli!

Son olarak… Bugün bizler bir Sünnetullah yaşıyoruz. Bu süreç içerisinde Allah Subhanehû ve Teâlâ bizleri farklı şekillerde imtihana tâbi tutmaktadır; ta ki sadıklar, yalancı olanlardan ayrılsın…


[1] İlgili AYM kararı: Yılmaz Çelik [GK], B. No: 2014/13117, 19/7/2018

___

#YargıZulmüneDurDe