TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLATI: HANGİ TÜRKLERİN, HANGİ DEVLETLERİN TEŞKİLATI?
17 Kasım 2021

TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLATI: HANGİ TÜRKLERİN, HANGİ DEVLETLERİN TEŞKİLATI?

Geçtiğimiz hafta 12 Kasım günü İstanbul’da toplanan 8. Türk Devletleri Teşkilatı İstanbul Zirvesi’nde Türk Devletleri Teşkilatı’nın kurulduğu açıklandı. Aslında bu teşkilat yeni değildir. Temelinde 1992 yılında eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın girişimiyle Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi vardır. Bu zirveler 2010 yılına kadar sürdürülmüş, ardından Türk Keneşi adını almış, son olarak Türk Devletleri Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.

Teşkilatın beş üyesi Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkiye iken Türkmenistan ve Macaristan gözlemci ülke statüsündedir. Türkmenistan, tarafsızlık politikası gereği genelde bu tür teşkilatlara katılmazken bu teşkilata ileride üye olabileceği ihtimalinden medyada söz edilmektedir. Bu tür teşkilatlar ve ikili ilişkilerdeki dostluğun mihenk taşlarından biri KKTC’dir. Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmayan KKTC dost ve kardeş denilen ülkeler tarafından dahi şu ana kadar tanınmamıştır ve dolayısıyla bu teşkilata da ne üye ülke ne de gözlemci ülke olarak kabul edilmiştir.

Teşkilatta Türkiye ile birlikte lider ülke konumunda yer alan Kazakistan nüfusunun yaklaşık %20’si Ruslardan oluşmakta, Rus dili ülkede yaygın bir şekilde konuşulmakta, Rusya önemli uzay sanayisi tesisleri Kazakistan’da bulunmaktadır. Rusya’nın Kazakistan’daki etkisi hakkında 2014 yılında Rusya devlet başkanı Putin Kazakların 1991’den önce hiçbir devlet kuramadıklarını iddia ederken, Rusya Devlet Duması Eğitim ve Bilim Komitesi Başkanı Vyaçeslav Nikonov 10 Aralık’ta Rus devlet televizyonunda yayınlanan bir programda, “Kuzey Kazakistan’da hiç yerleşim yoktu. Şu anda Kazakistan olarak bilinen yerin çoğu eskiden ıssız topraklardı. Bugünkü Kazakistan toprakları, Rusya ve Sovyetler Birliği’nin büyük bir hediyesi” diye konuşuyordu. 30 yıldır iktidarda bulunan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev’in bizatihi kendisi Sovyetler Birliği zamanında 1962 yılından beri Rus Komünist Partisi (dolayısıyla KGB) üyesiydi ve 1989’da Kazakistan Komünist Partisi Birinci Sekreteri seçilmişti. Rusya ile yakın bağlara sahip olduğu bir sır değil. Kazakistan’da kaldığım süreçte, kendi dillerini bile konuşamayıp Rusça’yı tercih eden Kazak gençleriyle görüşmüştüm.

Teşkilatın bir diğer üyesi Özbekistan Orta Asya’nın en azılı diktatörlüklerinden biridir. Yahudi kökenli lideri İshak Kerimov (Yahudi olduğunu gizlemek için İslam adını almıştır), tıpkı Türkmen mevkidaşı Saparmurat Niyazov (o da Mustafa Kemal’in kendisini Türklerin Atası ilan etmesi gibi, Türkmenbaşı soyadını alarak Türkmenlerin Atası olduğunu ilan etmişti) Sovyet yetimhanelerinde hiçbir arkadaş edinememiş, güvensiz ve paranoyak bir tip olarak yetişmiştir. Gençliğinde Komünist Parti içinde hızla yükselen Kerimov, yoldaşlarını çiğneyerek tıpkı Nazarbayev gibi 1989 yılında Özbekistan Komünist Partisi Birinci Sekreterliği’ne getirilmiş, 1991 yılında da Özbekistan devlet başkanı olmuştur. Güvenlik ve istihbarat teşkilatlarını kendi siyasi emelleri için acımasızca kullanmaktan geri durmayan Kerimov, ülkede Sovyetler dönemi demir perde iktidarını sürdürmüş, sık sık vahşi işkence yöntemleri ve gözaltı merkezlerindeki cinayetlerle gündeme gelmiştir. İnsan hakları alanında yayınlanan raporlarda, yaygın işkence, adam kaçırma, cinayet, polis tarafından tecavüz, mali yolsuzluk, dini zulüm, sansür ve diğer insan hakları ihlalleri sıralanmıştır. Bilhassa 2005 yılında meydana gelen Andican olaylarını tertipleyerek şehir ortasında vahşi bir katliama imza atmış, yaklaşık 1500 Müslüman etrafları sarılarak mermi yağmuruna tutularak hunharca katledilmiş, cenazeleri toplanarak bilinmeyen bir toplu mezarlığa atılmıştır. Özbek gizli servisinin üst düzey yetkilisiyken ülkeden kaçan İkram Yakubov’a göre katliam emrini bizatihi Kerimov vermiştir. Kerimov rejimi İslam’ın ve Hizb-ut Tahrir’in amansız bir düşmanı olarak dünya çapında nam salmıştır. Kerimov’un 2016’da ölmesiyle, Kerimov’un eşi Tatyana ve İstihbarat Teşkilatı Başkanı Rüstem İnayetov’un birlikte seçtiği Şevket Mirziyoyev, bu despot rejimi devralmış, nispeten yumuşama sinyalleri verse de egemen güçlerin ülkedeki vesayeti aynen devam etmiştir. Mirziyoyev de diğerleri gibi Sovyet Komünist Partisi üst düzey yetkililerinden biri, bağımsızlık sonrası genelkurmay başkanı ve dolayısıyla Kerimov’un cürümlerinin ortaklarından biriydi.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Azerbaycan ile Ermenistan arasında çıkan çatışmalar ve yaşanan katliamlardan sonra 1992 yılında Cumhurbaşkanı seçilen ve Rusya’yı hayli kızdıracak adımlar atan Ebulfeyz Elçibey henüz bir yılını bile doldurmamışken, Haydar Aliyev’in ordudaki destekçilerinin düzenlediği askeri darbeyle devrilmiş, ülkede Aliyev ailesinin hanedanlığı başlamıştı. Aliyev de tıpkı diğer mevkidaşları gibi Sovyetler döneminde üst düzey bir KGB yetkilisiydi, diğer sıfatlarını yanı sıra Azerbaycan Komünist Partisi Birinci Sekreteri’ydi ve 1990 yılına kadar Moskova’daydı. Ülke içinde izlediği despot politikalara rağmen, Rusya ile Batı arasında bir tür denge politikası gütmeye çalışmıştı. Haydar Aliyev’in 2003 yılında ölümü üzerine bu kez iktidara oğlu İlham Aliyev gelerek babasının izinden gitmişti. Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan gibi diğer Orta Asya cumhuriyetlerinin hikayesi de pek farklı değildir.

Gelelim Türk Devletleri Teşkilatı’na. Teşkilatın amaçları 2009 yılında imzalanan Nahçıvan anlaşmasında belirleniyor. Buna göre ülkeler arasında siyasi, ekonomik, ticari, kültürel ve hukuki işbirliği olanaklarının artırılması hedefleniyor. Fakat dikkatlice incelendiğinde, ülkeler arasında güven sorunu olduğu için dostluğun güçlendirilmesinden söz ediliyor. Bazıları Rusya’ya göbekten bağlı olan bu ülkelerle ortak dış politikalar belirlenmesi isteniyor. En önemlisi uluslararası terörizm, aşırıcılık ve sınır ötesi suçlarla mücadelede koordinasyon kurulması amaçlanıyor.

Türkiye’nin halkı Müslüman ülkelerle birlikte hareket etmesi, işbirliği yapması, aradaki suni sınırları kaldırması nispeten olumlu karşılanabilir. Fakat maalesef işin aslı öyle değil. Zira hükümetler halklarının veya Müslümanların maslahatlarından ziyade efendilerinin talimatlarına göre hareket ediyor. Bu devletlerin hepsi, Batı ile ilişkiler adı altında ABD ile bağlantı kurmaya çalışıyor yahut ABD bunlara etki etmeye çalışıyorsa da esasen Rusya’ya göbekten bağlıdırlar.

Dolayısıyla Türkiye’nin teşvik ettiği bu birlikteliğin temelinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kurulan Orta Asya Cumhuriyetlerini hedef alan planları yatıyor aslında. 1992 yılında Clinton iktidarı döneminde bu yönde alınmış kararlar var ve tam da o yıl Türkiye böyle bir adım atmaya yönlendiriliyor. Görünen amaç, üye ülkeler arasındaki ilişkileri ve işbirliğini geliştirmek olsa da asıl amaç, Amerika’nın bu ülkeleri Rusya’nın yörüngesinden çıkarma çabası vardır.

Peş peşe gelen Türk hükümetleri bu yönde sürekli bir gayret içinde olduğu gibi, AK Parti hükümeti bunu daha da ileri götürmüştür. Fakat Rusya’nın etkin nüfuzu dikkate alındığında, kısa vadede bu amacın gerçekleşmesi zordur. Hükümetin şimdiki amacı, iç politikada yaklaşan seçimleri dikkate alarak ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmek, daha fazla finansal kaynak bulmaktır. Dış politikada ise Rusya’nın öfkesini çekmeyecek hafif bir tonda uzun vadede bu ülkelerin dış politikasına daha Amerikanvari bir pozisyona çekmektir.

Türkiye açısından önemli eksenlerden biri de ekonomidir. Teşkilata üye ülkelerin gayri safi milli hasılasına bakıldığında Azerbaycan, Kazakistan ve kısmen Özbekistan öne çıkıyor. Yaklaşık 50 milyar dolar GSMH’ya sahip Azerbaycan petrol zengini iken, yaklaşık 190 milyar dolar GSMH’ya sahip Kazakistan Orta Asya’nın en büyük ekonomisidir. Yaklaşık 60 milyar dolar GSMH’ya sahip Özbekistan ise Türkiye açısından çekici bir pazar konumundadır. Kaldı ki ülkenin içerisinden geçtiği kronik finansal sorunlardan çıkış yolu arayışında Batılı ülkelerden aradığı desteği bulamayan Türkiye hükümeti, yönünü Afrika, Orta Doğu ve Orta Asya gibi diğer alternatiflere yöneltmek zorunda kalmıştır.

Hükümetin iç politikada hesaba kattığı avantajlar arasında imitasyon bir Pan-Türkist oluşum üzerinden ülkede milliyetçi oyları hedeflemek de yer alıyor. Zira Cumhur koalisyonunun oy kaybında milliyetçi tabanın oldukça etkili olduğu ifade ediliyor. Oysa aslında Türkiye’de ve dünya çapında yükselişe geçen milliyetçilik kavramı, sanıldığı gibi ırkçı-kafatasçı bir milliyetçilik veya Türkçülük algısının popülarite kazandığı anlamına gelmiyor. Tam aksine milliyetçilik olarak dışa vurulan tepkinin ardında tüm dünyayı ahtapot gibi saran sömürgeci Kapitalist sisteme duyulan nefret vardır. Başka bir ifadeyle, insanlar ülkelerinin dışa bağımlı olmasını istemiyor, Batı teknolojisinin esiri olmak istemiyor, yabancı askeri, siyasi ve diplomatik güçlerin tahakkümünü görmek istemiyor, ithalata dayalı bir ekonomi istemiyor, doların yükselmesiyle zam yağmuru görmek istemiyor. Bilakis dünya halkları bağımsızlık istiyor, Kapitalist sömürgeciliğe, Yahudi varlığına ve küresel hegemonyaya karşı dik duran liderler görmek istiyor, kendi ayakları üzerinde durabilen ekonomiler istiyor, yerli üretim istiyor, hak, adalet, merhamet istiyor. Ne var ki bu halkların bu haklı talepleri “milliyetçi yükseliş” denilerek absorbe edilmeye çalışıyor. Dolayısıyla hükümetin, yanlış algı ve tasavvurlar ekseninde bu tür beyhude teşkilatlardan medet umması abesle iştigalden öte bir şey olmayacaktır.

Son olarak meselenin bir diğer kritik yönü de güvenlik yaklaşımıdır. Orta Asya Cumhuriyetleri’ndeki Sovyet artığı diktatör rejimlerin en büyük güvenlik kaygısı hiç kuşkusuz İslam’dır. Zira İslam’ı yok etmeye çalışan Komünist-ateist SSCB rejimi döneminde dini inançlarından uzaklaştırılmaya çalışılan Orta Asya Müslümanları, yıllarca İslam hasretiyle yanıp tutuşmuştur. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte bu coşku muazzam bir İslam’a yönelik fırtınasına neden olmuş, başta Hizb-ut Tahrir olmak üzere İslami hareketler müthiş bir yükselişe geçmiştir. İşte Sovyet döneminde KGB ve Komünist Parti teşkilatının uzantıları olan diktatörler ve kurdukları rejimler, kapıldıkları korkunun yol açtığı panikle Müslümanlara acımasız ve vahşi yöntemlerle saldırmaya başlamış, ülkelerinin güvenlik tehditlerinin başına İslam’ı yerleştirmişlerdir.

Maalesef Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu Türk Devletleri Teşkilatı’nın en öncelikli amaçlarından biri, güvenlik algısını İslam düşmanlığı temeline oturtan bu devletlerle güya uluslararası terörizm ve aşırılıkla mücadelede koordinasyon sağlamaktır. Türkiye hükümeti, bu teşkilata üye rejimlerin İslam düşmanı politikalarına ortak olmaktan, hayati tehlikesi olan Müslümanları onlara teslim etmekten, başta ordu, istihbarat ve polis teşkilatı olmak üzere onlarla güvenlik işbirliğine gitmekten sakınmalıdır. Zira vebali çok ağırdır. Tıpkı Rasulullah (s.a.v.)’in de beyan ettiği gibi, bir Müslümanın kanı Kâbe’nin taş taş yıkılmasından üstündür.