Sen Benim Kardeşimken, Bizi Bize Düşman Eden Kim?
13 Ağustos 2018

Sen Benim Kardeşimken, Bizi Bize Düşman Eden Kim?

Türkiye Cumhuriyeti, Türkçü, milliyetçi-vatancı, laik bir anlayış üzerine 1924 yılında kurulduğunda, kurucu felsefesini yeni devletin vatandaşlarına benimsetme yolunda bir takım girişimlere imza attı. Bu minvalde milliyetçi söylemler ve inkılapların ardından okullarda okutulması adına kuruluşunun 10. yılında bir and metni hazırlanmak suretiyle genç dimağlara Cumhuriyet’e sadakat aşılanmak istendi:

"Andımız

Türküm, doğruyum, çalışkanım.

İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Ey büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.

Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türküm diyene!"

İlk olarak Millî Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu’nun 10 Mayıs 1933 tarih ve 101 sayı kararı ile okullarda okutulmaya başlanan ve ara ara yapılan tadilatların ardından (yukarıdaki) son şeklini alan “Andımız” metni*,* 8 Ekim 2013’te; 27/8/2003 tarihli ve 25212 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin 12’nci maddesi ile yürürlükten kaldırıldı.

80 yıllık bir zaman diliminde hüküm süren bu metinle daha çocukluk yıllarında tanışan Müslüman Türkiye halkının körpe zihinleri, derin Türkçülük/milliyetçilik fikrinin sistematik saldırısına uzun yıllar maruz kaldı. Körpe zihinleri işgal ve iğfal eden -adı üstünde- bu “and/yemin” metni, toplumun hafızasına ırkçı bir okumanın kodları olarak kazınmıştır.

Türk Milliyetçiliği, varlığın, uğruna armağan edileceği bir ülkü olarak bu halka benimsetilirken; ‘Kızıl Elma’sını milliyetçi bir anlayışa bina etmiş kurucu kafa; Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini de “Kemalizm” adı verilen; istikbali (Batılı) muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak olarak işaretleyen bir kültü, Müslüman Türkiye halkının hafızasına mürekkez bir şekilde yerleştirmek istemiştir.

Bu Türkçü and metninin yanı sıra, “Bir Türk dünyaya bedel”, “Türk; öğün, çalış, güven” gibi Türklüğü, dolayısıyla milliyetçiliği yücelten birtakım özdeyişlerin türetildiği bir süreçle de Müslüman Türkiye halkının samimi, ümmetçi duygu ve düşünceleri ifsat edilmek istenmiştir. Bu manipülatif hamlelerle; coğrafi boyutta İslâm ümmetinin birliği, vahdeti, izzeti ve heybetinin paramparça edilmesi gibi zihinsel olarak da ümmet şuurunun tarumar edilmesi amaçlanmıştır. Nihayetinde belli bir miktar başarı sağlanmış; kimi bölgelerde -sebebini bilemedikleri- bir Kürt-Arap düşmanlığı bu halkın bazı çocuklarında görülür olmuştur.

Öyle ki kimilerince, Arapların bizi/Türkleri arkadan vurdukları, hatta bugün Filistin’in Yahudi varlığı tarafından gasp edilmesinin ve Yahudilerce Filistinli Araplara zulmedilmesinin, Türkleri arkadan vurmanın ilahi bir cezası olduğu bile ifade edilmiştir.

Kürtlerin bu topraklarda yaşama haklarının olmadığı ve dolayısıyla Erzurum’dan ötesinin havadan bombalanmak suretiyle yok edilmesi gerektiği düşüncesi bile kendini Türk ve Müslüman sayan bu halkın çocukları/adamları tarafından dillendirilebilmiştir.

Bu anlayışın ardında, zamanın Adalet Bakanı Mahmut Esad Bozkurt’un dehşet veren sözleriyle cisimleşen ilkel düşünceleri görmek mümkündür. Bozkurt şöyle diyor, 19 Eylül 1930 tarihinde Milliyet Gazetesi’ne verdiği bir demeçte:

“Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. Saf Türk olmayanların, Türk anavatanında sadece bir tek hakları vardır: hizmetkâr olma hakkı, köle olma hakkı.”

Türkiye’nin yüzyıllardır birlikte yaşadığı onlarca milleti ötekileştirmesi, düşman bellemesi adına yapılan çalışmaların meyvesini vermesi için söylem ve eylem bütünlüğü içerisine gidilmiş, sözel aşağılama, saldırı ve tahriklerin yanı sıra da başka bir takım faaliyetlere girişilmiştir. Özellikle Kürtlere yönelik çok yönlü saldırıların başında Kürtçenin yasaklanması, Kürtçe konuşanların hapse atılması, hapiste işkencelerden geçirilmesi, çeşitli faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar, Kürt köylerinin yakılması, boşaltılması gibi, bazı asimilasyon politikaları Müslüman Kürt halkına karşı işlenmiş şovenist uygulamalardı.

Kurulduğu günden bugüne farklı ölçeklerde seyreden ulusçu söylemin, Türklerin üstünlüğü ve mükemmelliği üzerine kurgulanmış bir mit olarak nesilden nesle aktarılması planlanmıştı. Cumhuriyet’in kurucu anlayışını ifade eden Kemalizm ülküsüne inanan nesiller bir fidan olarak büyüyecek, ağaç olacak daha sonra bir orman gibi tüm yurdu saracaktı… Fakat öyle olmadı; tüm bu bölücü (ümmet birliğini zedeleyici) söylemlere rağmen Müslüman Türkiye halkı, İslâm’a olan bağlılığında ısrarcı olmuş, şovenizme prim vermemiş, Müslümanların kardeş olduğuna tüm kalbiyle inanmıştı. Bu inancı, ne Türkçü-kafatasçı ulusalcılar sarsmış, ne de Kürtçü, Arapçı ‘ayrılıkçı’ söylemler… “Su akar yatağını bulur” misali bu necip ümmet, İslam coğrafyasında kurgulanan her türlü manipülasyona, aldatmacaya, tehdide ve taarruza karşı durarak kardeşlik bilincini esas alan bir anlayışı daima yüreğinde taşıdı.

Fakat Osmanlı’yı yıkılış sürecine götüren siyasi basiretsizlik ve kaht-ı ricalden (güvenilir adam eksikliğinden) mütevellit oluşan zaafiyet, devletin önemli kadrolarının Batı hayranı bir takım adamlarca işgalini kaçınılmaz kıldı. Dünyada hüküm süren ve bir felaket gibi karşısına çıkan ne varsa hepsini silip süpüren milliyetçilik fitnesinden Osmanlı da nasibini aldı ve süreç, o koca devletin parçalanmasıyla son buldu. Osmanlı bakiyesinde kurulan irili-ufaklı onlarca devletçiğin temel karakteristik özelliği milliyetçi/kavmiyetçi bir mahiyet arz etmesiydi. İşte bu devletlerin başında da tabii ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti gelir.

Türkiye, bir bölücü unsur; milliyetçi/şovenist hamleler için özellikle ve özenle seçilmiş bir nirengi noktasıdır. Zira bugün bile sair İslâm beldelerinin bakışının Türkiye’ye çevrilmiş ve her milletten Müslümanların Osmanlı bakiyesi bu topraklardan esaslı bir beklenti içerisine girmiş olması, Türkiye’ye yönelik olarak yapılagelen özel çalışmaların nedenleri hakkında bir fikir veriyor aslında.

Düşünün; bugün bile Dünyanın bir ucu denilebilecek beldelerde Osmanlı sultanları adına hutbeler irat ediliyor. Türkiye’den gelen bir turist, Afrika’nın bilmem ne kabilesine mensup bir kara tenli Müslüman tarafından muhabbetle ve büyük bir beklentiyle kucaklanıyor. Gözyaşlarının eşlik ettiği bir şikayetlenmeyi, gönül kırgınlığını ifade eden şu cümleler bu beklenti ve muhabbeti adeta taçlandırıyor: “Neredesiniz ey Osmanlı’nın torunları… Ne zaman geleceksiniz ve bizlerin (garip Müslümanların) çektiği sıkıntılara son vereceksiniz?” Daha geçen aylarda Afrika ziyareti sırasında Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’nın “Halife” gibi karşılanması, ümmetin içinde kalmış bir ukdenin tezahürü değil de nedir?

O halde kim, ne hakla aramıza ırkçı söylemlerin karanlık duvarlarını çekebilir? Kim, hangi hakla şovenizmi aramıza bir nifak tohumu olarak ekebilir? Zira kim, nasıl çalışırsa çalışsın, İslâm ümmeti ırkçı söylemlere prim vermeyecek ve Allah’ın izniyle yeniden bir ve bütün olarak dünya sahnesindeki liderlik tahtına oturacağız.

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ

“Ancak Mü’minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat 10)