Milliyetçilik Sahih Bir Bağ Değildir!
01 Ağustos 2018

Milliyetçilik Sahih Bir Bağ Değildir!

1789 Fransız Devrimi ile birlikte ortaya çıkan milliyetçilik hızlı biçimde tüm Avrupa kıtasına yayılmakla birlikte, Milliyetçi düşünceler ve hareketler 20. Yüzyılda Avrupa dışına taşmıştır. Müsteşriklerin İslâm’ın devlet gücünü ortadan kaldırma ve Müslümanları bölüp parçalama adına İslâm coğrafyasına taşıdıkları bu “vatancılık” ve “milliyetçilik” belası özellikle Osmanlı Hilâfet Devleti’nin çöküşünün en temel etkenlerinden ikisi olmuştur.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının en önemli sebepleri arasında yine bu tehlikeli kavramlar öncelikli sıradadır. Milliyetçilik, etnik kimliğe dayalı ulus ve ulus devleti kurma, emperyalist politikaları meşrulaştırma, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık mücadelesini geliştirme gibi pek çok amaç için kullanılabilen bir fikir ve siyasal hareket haline gelmiştir. Milliyetçi fikirlerin etkisi, halen günümüz dünyasında hem sosyo-kültürel hem de siyasal alanda etkisini göstermektedir.

Batı, yani bildiğimiz anlamda Avrupa ve Amerika’nın oluşturduğu ‘yeni yüzyıl uygarlığı’ çok kısa zaman öncesine kadar ilkel bir âdet olan ırkçılığı son derece ileri bir seviyede sürdürüyordu. Çok değil, bundan 40-50 yıl öncesine kadar ABD’nde siyah tenli insanlarla beyaz tenli insanların otobüslerdeki yerleri bile belliydi; siyahiler arka tarafa oturmak zorundaydı.

Günümüzde özellikle küreselleşme tartışmalarıyla birlikte sürekli gündemde olan en önemli konulardan birisi ulus-devletlerin varlık sorunudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni ulus devletlerin kurulması, 19. yüzyıldan beri süregelen “milliyetçilik çağının” kapanması biçiminde yorumlanmış, Sovyet uygulaması da, ulusal kimliklerin üzerinde egemen bir kimlik oluşturulabilmesinin örneği olarak görülmeye başlanmıştır.

Batı, ırkçı geçmişiyle hızlı bir yüzleşme sürecine girdi ve ırkçılığa karşı aşırı duyarlı bir topluluk oluşturdu. Bu duyarlılık öyle ileri seviyedeydi ki, sözüm ona siyahi yerine Türkçe karşılığı ‘zenci’ olan ‘negro’ kelimesinin kullanılması ağır hakaret sayılır ve hapis cezası, işten atılma ya da toplum cezasına maruz kalmayla sonuçlanabilirdi. Daha düne kadar ırkçılığı son derece ileri bir seviyede yaşayan ve yaşatan Batı, bir anda ırkçılığa karşı aşırı duyarlı oluvermişti. Bunun birçok nedeni vardı elbette… Ancak bunların başında, o dönem kurdukları kapitalist sistemin ve onun özgürlükçü argümanlarının sürdürülebilirliğinin yavaş yavaş ortadan kalkıyor oluşunu görmeleri geliyordu.

Yani, bizatihi ırkçılığın kötü olduğunu kavrayıp ona karşı durmak yerine ırkçılığın olumsuz sonuçlarından kaçınmak adına ırkçılık karşıtı konumda yer alma durumu söz konusu oldu. Batı için atılan bu zoraki adım, beraberinde bir hazımsızlık olgusunu da getirdi. Avrupa ve ABD’de eski alışkanlıkları, zamanın ruhuna göre bazen cılız, bazen de güçlü seslerle dillendiren, adı ‘aşırı sağcı’ olarak yumuşatılsa da esasında ırkçı siyasi oluşumlar, nüveler halinde korundu. Batı’da son 15-20 yıllık sürede Milliyetçilik akımının artarak bugünlere gelindiğine şahitlik ediyoruz… 11 Eylül saldırıları İslâm coğrafyasının işgaline bir bahane edildiği gibi ırkçı milliyetçi yapıların yerli-milli kavramlarının da daha üst perdeden dile getirmesine bir sebep gösterildi.

Bu yapılar, zamanın ruhuna göre kimi zaman seslerini yükseltti, kimi zaman da ülke siyasetini doğrudan etkileyebilecek konuma geldi. Başta ABD’nin ırkçı, İslâm ve Müslüman düşmanı başkanı Trump olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde, farklı etnik kimliklere ve Müslümanlara yönelik ırkçılığın dozu liderlerce artırıldı.

Çoğu Afrika’dan gelen futbolcular, Almanya gurbetçisi bir aileye mensup Mesut Özil’in mesajının arkasında birleştiler. Bu bir şeyi açıkça gösteriyor; on milyonlarca avro para kazanan bu ünlü sporcular, aslında temel insani haklarından mahrum bırakılıyor ve Avrupa’da ırkçılığa maruz kalıyorlardı. İşin acı tarafı da, bu ırkçılığın, her maç öncesi o futbolcuların eline ‘respect’ yani ‘saygı duy’ anlamına gelen ırkçılık karşıtı pankartı veren kuruluşların yöneticileri tarafından sistematik olarak yapılıyor olması… Yaklaşık üç yıl önce bir karikatürle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e saldıran Fransa’nın güldürmeyen mizah dergisi Çarli Hebdo, Dünya kupasını kazanmasına rağmen Afrika ağırlıklı Fransa milli takımındaki futbolculara yönelik ağır ırkçı hakaret içeren bir karikatür hazırlayıp güncel sayısında yayınladı. Yine son yıllarda Batı’daki şehirlerde İslâm’ın kutsalı camilere yönelik artan saldırı grafiği de ortada…

15 Mart 2011’de başlayan savaşta ülkelerini terk etmek zorunda kalan Müslüman Suriye halkı, umut kapısı olarak sığındıkları Avrupa tarafından daha zor şartlara mahkûm edildiler. Sayıları on binleri bulan kayıp çocuklar, kötü yollara sürüklenen Müslüman kadınlar ve yaşanmaz durumdaki mülteci toplama kampları… Bu aşağılık ayrılıkçı, milliyetçi uygulamalara maruz kalmalarının sebepleri, İslâm ve Müslüman olmalarının yanı sıra AB dışında başka bir ülkenin kimliğini taşıyor olmalarıydı…

Batı’da durum bu iken, peki (halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan) Türkiye’de durum farklı mı?

Fransız İhtilali sonrasında Batılı misyonerlerin, ajanların yaydığı milliyetçilik ve özgürlük fitnesiyle Balkanlar, Osmanlı Hilâfet Devleti’nden koparıldı. Kurtuluş Savaşı sırasında ise, iç dinamikler açısından gerekli görülen Türk milliyetçiliğinin İslâmi söylem ve İslâmi hedef vurgusu savaşın bitimiyle birlikte terkedildi. Hatta Kemalizm ile eklemlenen Türk milliyetçiliği, Batı hadaratı ve medeniyeti dairesinde gerçekleştirilmeye çalışılan yeni siyaset ve dünya görüşü çerçevesinde anti-İslâm ve anti-Osmanlı temelinde yeniden inşa edilmiş; devletçilikle özdeş hale gelmiştir.

Kapitalist ideoloji üzerine kurulan laik devletin kurucu zihniyeti Kemalizm'de anlamını bulan bu resmî milliyetçilik anlayışı, devletin milli sınırları ile sınırlandırılmıştı. Batı’da yükselen Milliyetçi, ırkçı söylem, 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası Türkiye’de de kendisini hissettirir derecede öne çıkarıldı…

Darbe girişiminde halkın İslâmi referanslarla sokağa çıkması, Batılı ve yerli İslâm karşıtlarını endişelendirmiş olacak ki, darbe girişiminden yaklaşık bir hafta sonraki tüm faaliyet ve söylemler demokrasi, vatan ve milliyetçilik kavramları üzerinden yürütülür hale getirildi. Buna ilave olarak teröre karşı yürütülen sınır ötesi operasyonlar da “vatan millet” kavramları üzerine inşa edilince sisli perde, gören gözleri kör, işiten kulakları sağır etti. Artık her şey “vatan” ve “millet” kavramları üzerinden değerlendirilir hale geldi.

Tek bir ümmet olmamızın teminatı olan İslâmi esaslar yerine, vatancı-milliyetçi söylemler, caddelerde, sokaklarda, toplantılarda, basın açıklamalarında sıkça vurgulanır oldu. Bireysel ve toplumsal olarak dertlerimizde, sıkıntılarımızda, zor şartlarda; her zaman ve her yerde İslâmi çözümlere başvurmamız gerekirken, Batı’nın esir aldığı akıl, o tehlikeli mefhumlarla konuşur oldu…

Müslümanlar olarak ne zamandan beri bizim hayat ölçülerimizi Amerika ve Avrupa belirliyor?

Tıpkı vatancılık, menfaatçilik ve ruhi bağ gibi Milliyetçilik de Müslümanları bir araya getirmeye yarayan sahih bir bağ değildir. İslâm ümmetini bir araya getirecek, onun kardeşliğini pekiştirecek en sahih bağ, İslâm akide bağıdır. Batı menşeli olan Milliyetçilik birleştirmeye değil, ümmet-i Muhammed’i bölmeye yönelik üretilmiş sinsi bir plandır.

Hâlbuki Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den rivayet edilen hadisler bizlerin dikkatini milliyetçi söylemin tehlikesine dikkat çekiyordu:

“Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar.” (Ahmed bin Hanbel, Ebû Dâvud)

“Allah indinde en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Arap’ın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir.” (Ahmed b. Hanbel el-Müsned)